Sitemize destek vermek için aşağıdaki kodları sitenizin ana sayfasında uygun bir yere yapıştırabilirsiniz.

11 Ekim 2007 Perşembe

KURESEL ISINMA VE KURESEL IKLIM DEGISIMINE KARSI ALINABILCEK ONLEMLER

Küresel ısınma nedeninin, tüm ülkeler tarafından atmosfere salınan sera gazlarından
kaynaklandığı hususunda bilim insanları ve ilgili uzmanlar fikir birliğine varmışlardır. Bu
nedenle, küresel ısınmaya karşı alınabilecek önlemler, sera gazları salınımının tüm ülkeler
tarafından azaltılmasıyla özdeşleşmiştir.
Ancak, sera gazları salınımına kısıtlama getiren fosil yakıtların kullanılmasının
azaltılması çok yönlü ekonomik sorunlar yaratmaktadır. İşsizlik, büyüme hızının azalması,
ticaret gelirlerinin düşmesi, alternatif enerjiler için yeni masrafların yapılması zorunluluğu,
vb. bu sorunlardan sadece birkaçıdır.
O nedenle fosil yakıt kullanımını azaltarak, küresel ısınma hızının düşürülmesi
önlemlerinin uygulamaya geçirilebilmesi bir dizi çalışma ve uğraşılar sonucu gerçekleşebilmiştir. Bu sürecin 1988-2005 yılları arasındaki aşamaları aşağıda açıklanmıştır
(Çevre Bakanlığı 1993, Dunn and Flavin 2002, Schayan und Stumpf 2002):
· Birleşmiş milletler Genel Kurulu 1988 yılında, “İklim değişikliği, insanlığın ortak
kaygısıdır.” şeklinde bir karar almıştır (Karar no. 43/53). Aynı yıl BM Çevre Programı ve
Dünya Meteoroloji Örgütünün ortaklaşa düzenlediği, “Hükümetler Arası İklim Değişikliği
Paneli IPCC” yapılmıştır. Bu panelin değerlendirilmesi 1990 yılının Ağustos ayında bir rapor
halinde kamuoyuna açıklanmıştı.
· Aynı yıl (1990) İkinci İklim Değişikliği Paneli düzenlenmiş, söz konusu rapor
tartışılmış ve rapora son şekli verilmiştir.
· Bu rapora dayanarak BM Genel Kurulu “İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesini”
(UNFCC) hazırlamış ve bu BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 1992 yılı Rio Kalkınma
Konferansı’nda imzaya açılmıştır. Bu çerçeve sözleşmesi 1993 yılına kadar çok sayıda ülke
tarafından imzalanmıştır. Söz konusu çerçeve sözleşmesi bir yandan, sera gazlarının
atmosferdeki yoğunluklarını, “dünya iklimine insan eliyle tehlikeli etkilerde bulunulmasına”
engel olacak düzeylerde sabitlerken, öte yandan da ekonomik kalkınmanın devam etmesini
sağlama amacı taşıyordu. Sözleşme, birkaç temel ilkeyi esas almıştı (Dunn and Flavin 2002):
1) Yeterince bilimsel kanıt olmaması, bu alanda önlem alınmasına engel olmakta
kullanılmamalıdır.
2) Ulusların, “Ortak, ancak farklı sorumlulukları” vardır.
3) Geçmişte, iklim değişimine en çok katkıda bulunmuş olan sanayileşmiş ülkeler, bu
sorunun çözümünde başı çekmelidir.
4) Taraf devletlerin hepsi, sözleşmeyi uygulamak için yaptıkları faaliyetleri bildirme
konusunda taahhüde girerler.
5) Anlaşmaya taraftar devletler gönüllü olarak 2000 yılında sera gazı salınımlarını
1990 yılı düzeyine çekmeyi hedefleyecekler ve diğer ülkelere teknik ve mali destek
vereceklerdir.
· Bu Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve sözleşmesine 188 ülke taraftar
olmuş ve bu sözleşme 1994 Mart ayında yürürlüğe girmiştir. Ancak, Türkiye bu 188 ülke
içinde yoktur. Çünkü Hükümetler Arası Görüşme Komitesi Mayıs 1992 New York
toplantısında Türkiye’yi yanlışlıkla hem EK-I listesine (ekonomisi geçiş sürecinde olan
ülkeler), hem de EK-II listesine (OECD ülkeleri) koymuştur. Türk hükümeti buna itiraz etmiş
ve bu itirazı ancak 2001 yılının 29 Ekim – 6 Kasım tarihinde yapılan Fas’ın Marekeş
Kentindeki 7. Taraflar Toplantısında görüşülerek bu hata giderilmiş ve ülkemiz bu durumu
BM’nin ilgili komisyonuna bildirmiş ve bütün formaliteler tamamlandıktan sonra Türkiye 24
Mayıs 2004 tarihinde “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi”ne 189. ülke
olarak katılmıştır.
· 1995 Mart ayında 120’yi aşkın çevre kuruluşu temsilcileri bir araya gelerek,
yeniden bir iklim değişikliği paneli düzenlemişlerdir. Bu panelde, Rio Zirvesi’nde
benimsenen hedeflerin ne dereceye kadar gerçekleştiği tartışılmıştır. Yapılan tartışmalar
sonucunda, 1994 yılında Birleşmiş Milletler İklim Değişimi Çerçeve Sözleşmesine taraf olan
ülkelerin taahhütlerini, yeteri kadar yerine getirmediklerine karar verilmiştir. Bu nedenle,
çerçeve sözleşmesine yasal olarak bağlayıcı bir protokol eklenmesinin zorunlu olduğu
kanaatine varılarak bir protokolün düzenlenmesi çalışmalarına başlanmıştır. Bu çalışmalar
sonunda 1997 Kyoto protokolü ortaya çıkmıştır.
· 1997 yılında 160’dan çok ülke temsilciliklerinden oluşan bilim adamları,
Japonya’nın Kyoto kentinde bir araya gelerek, küresel ısınma ve küresel iklim değişimi
olayının önlenmesinde, hiç değilse hızının kesilmesinde dünya ülkelerine yasal sorumluluk
yükleyen oldukça ayrıntılı bir rapor düzenlediler. Bunun adına, “Kyoto Protokolü”
denmektedir. Bu protokol yürürlüğe girdiğinde, protokolü imzalayan ülkeler şu yaptırım ve
koşulları kabul etmiş sayılacaklar, derhal uygulamaya geçeceklerdir:

(1) Gelişmiş ülkelerin herbiri, kendileri için belirlenmiş sera gazı salınımlarının
sınırları üstüne çıkmayacaklar,
(2) İklim değişimini önlemeye dönük politikalar geliştirilerek, bunları
uygulamaya koyacaklar.
(3) Enerji verimi ve tasarrufunu arttırıcı önlemler alınacaktır.
(4) Çöp ve motorlu araçlardan kaynaklanan sera gazı salınımlarını
sınırlandıracaklar veya azaltacaklar.
(5) Sera gazlarının atmosfere karışmasını önleyecek teknik tesisleri ve ormanları
koruyacaklar.
(6) Protokol hükümlerinin amacına ulaşmasını engelleyecek her türlü aktiviteleri
ortadan kaldıracaklar.
(7) Sanayileşmiş ve gelişmekte olan ülkelere farklı sorumluluklar yükleyen bu
protokole göre, zararlı sera gazları salınımının 2012 yılında % 5,2 oranında azaltılmasıyla,
1990 yılındaki sera gazları salınım düzeyine indirilmesi sağlanacaktır.
(8) Gelişmekte olan ülkeler ise, sera gazı salınımlarını izleme ve bunları azaltma
için gerekli ön hazırlıkları tamamlayacaklar ve bu husustaki faaliyetlerini BM ilgili
kuruluşlarına raporla bildireceklerdir.
· 1998 yılında hükümetler, protokol hükümlerinin uygulanmasıyla ilgili kuralların
hazırlanmasına ilişkin bir takvim ve eylem planı üzerinde anlaşmaya vardılar.
· 2000 yılının 13-15 Kasımı’nda Hollanda’nın Lahey kentinde yapılan Altıncı
Dünya İklim Konferansı’nda hedeflere nasıl ulaşılacağı tartışıldı. Ancak, bazı önemli
hükümler üzerinde ABD ile AB ülkeleri anlaşamadı ve toplantı kesintiye uğradı. ABD
müzakerelerden çekildi.
· 2001yılının haziran ayında ABD dışında 178 devlet temsilcisi Bonn’da toplanarak
protokolün kurallarıyla ilgili temel konular üzerinde anlaşmaya vardı. 1988 yılından bu yana
dünyada yürütülen en yaygın araştırmayı yapan ve iki binden fazla bilim insanı ve teknik
uzmanların katılımı ile gerçekleşen “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Paneli”nin
sözkonusu bu 2001 yılı toplantısına ait raporda, insanlığın neden olduğu küresel ısınmanın
zaten başlamış bulunduğu ve sürecin hızla geliştiği vurgulandı.
· 2001 yılının 29 Ekim – 6 Kasım tarihinde Fas’ın Marekeş kentinde yeniden
toplanıldı. Bu toplantının amacı bundan önce üzerinde anlaşmaya varılan konuları
görüşmekti. Ancak, bu toplantıda da tam anlaşma sağlanamadı.
· 2002 yılının 2 – 4 Eylül’ünde Afrika’nın Johannesburg kentinde “Birleşmiş
Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi” yapıldı. Bu toplantı, yalnız küresel ısınma ve
küresel iklim değişiminin önlenmesi konuları için değil, çevre tahribinin önüne geçilmesi,
yoksullar ile varsıllar arasındaki uçurumun ortadan kaldırılması gibi konular da tartışarak,
uygulama için bir eylem planı hazırlanması amacıyla düzenlenmişti. Bu toplantıya ilişkin şu
bilgiler verilmekte ve değerlendirmeler yapılmaktadır (Wille 2002).
Nelson Mandella, Johannesburg’a ayak basar basmaz: “Küresel ayrıcalıklar sona
erdirilmelidir. Dünyadaki varsıllar ve yoksullar arasındaki uçurumun gittikçe artması, dünya
çapında bir skandaldır.” Şeklindeki beyanatı ile toplantının bu konuya da eğilmesi için bir
mesaj veriyordu. Buna ek olarak yaptığı “Bundan on yıl önce Rio De Janeiro Dünya
Zirvesi’nde ortaya konan korkutucu bilançoda belirtilen ne iklim değişimi, ne de biyolojik
çeşitliliğin azalması durmadı; devam ediyor.” Şeklindeki beyanatı ile de, zirvede konuşulup
tartışılması gerekli olan diğer konulara dikkat çekiyordu.
Gerçekten Rio Zirvesi’nden sonra geçen on yıl içinde olumsuz gelişmeler sürüp
gitmiştir. Örneğin çevre sorunları gittikçe artmış, küresel çapta ekonomik kalkınma için
hemen hemen hiç bir şey yapılmamış, yoksullar ile varsıllar arasındaki fark gittikçe
büyümüştür. İşin en üzücü yanı, bu sorunların çözümü için gösterilen çabaların gittikçe
yavaşlayıp azalmasıydı. Bu hususta şu tipik örnekler verilmektedir:

1) Rio Zirvesi’nde azaltılması kararlaştırılan sera gazları, tam aksine on yıl içinde %
10 oranında artmıştı. Ülkemizde de 1998- 2002 yılları arasında toplam fosil yakıt tüketiminde
% 10,7 oranında bir artış meydana gelmiştir . Buna koşut olarak da CO2 emisyonu
1997-2001 yılları arasında yaklaşık % 5,2 oranında artmıştır (DİE, 2003). Bunda, özellikle
linyit kullanan termik santrallerin payı büyüktür.
2) Doğal kaynakların taşıma kapasitesi aşılmıştı.
3) Biyolojik çeşitlilik ve ormanların korunmasından sözedilmez olmuştu.
4) ABD küresel ısınmanın önlenmesi anlaşmasını imzalamayacağını açıklıyordu.

Yukarıda sayılan sorunların çözülmesi ve aksaklıkların düzeltilmesi için Johannerburg
Toplantısı’nda kararlar alınmasına, eylem plânları yapılmasına karşın, bu toplantı da hayal
kırıklığı ile sona ermiştir. Gerçekten, 190 ülkeden katılan binlerce delege, uzman ve hükümet
temsilcileri bu zirvenin de başarısızlıkla sonuçlandığını ifade ediyorlardı. Bu toplantıya
gözlemci olarak katılanlar ve medya temsilcileri, bu başarısızlığın nedenlerini aşağıdaki gibi açıklıyorlardı:

· Zirveyi politikacılar ve yöneticiler ele geçirdi ve kendi çıkarları doğrultusunda
yönlendirdiler. Bunun sonucunda da hazırlanan eylem plânı, çok uluslu şirketler ve bazı
hükümetlerin maddi çıkarlarına uygun biçimde değiştirildi.
· Zirveye 189 ülkeden katılan 100 hükümet ve devlet başkanı ile birçok kuruluşun
çoğunun liderleri şirket yöneticileri gibi davrandılar, böylece insanlığa ihanet ettiler.
· Bu zirvede insan hakları yerine şirket hakları tartışıldı.
· Yenilenebilir enerji ve uluslar arası çevre sorunlarının çözümü çalışmalarında da
zirveden olumlu bir sonuç alınamamıştır. Yaklaşık 100 ülke temsilcilerinin yenilenebilir
enerji kullanımının arttırılması için gösterdiği çabalar; ABD, Avustralya ve Kanada ile Arap
ülkelerinin oluşturduğu yadırganacak bir birlik (pakt) tarafından sabote edilerek, tüm
çabaların boşa gitmesi sağlanmıştır.
Sonuç olarak, bu dünya zirvesi ticaret firmalarının zaferiyle sonuçlanmıştır. Yol
ayrımı ve farklı toplumlar için bir başlangıç oluşturarak, hayal kırıklığı yaratmıştır. Ancak bu
zirvenin önemli bir yararı da olmuştur. Eğer bu dünya zirvesinde konular enine boyuna
tartışılmamış olsaydı, küresel ısınma ve küresel iklim değişimine ilişkin alınabilecek
önlemlere ait gerçekler ve ivediklerin önemini kavrama uzun yıllar ötesine atılıp ertelenebilir
ve böylece gelecek 50 yılda karşılaşılacak ekolojik afetlerin acı sonuçları çok daha büyük
olurdu.
Buraya kadar yapılan açıklamalarla, insanlığın ekolojik sorunlarına ve özellikle
küresel ısınma ve küresel iklim değişimine ilişkin, 10 yıllık yapıcı ve yıkıcı davranış ve
tutumlar otaya konmaya çalışıldı. İnsanların yaşanabilir bir dünya için bu derece karşıt tutum
ve davranışlarını anlamak gerçekten güçtür. Birçok hükümetler, ekolojik afetlere ait
potansiyel tehlikeleri bir türlü görememekte veya görmek istememektedirler. Onun içinde
“ekonomik kâr ve yararları”, “ekolojik yaptırımlara” yeğlemektedirler. Kanaatımıza göre,
sadece kendi toplumlarının yararını göz önünde tutan bu ülkeler şu şekilde bir düşünce
içerisindedirler:
Eğer sera gazlarının salınımını azaltmak için fosil yakıtların kullanımına (özellikle
petrol) sınırlama getirilirse bu sanayi ile ilgili tüm sektörlerde bazı değişimler zorunlu hale
gelecektir. Bu da bazı harcamaların yayılmasını, dolayısıyla kârların düşmesi sonucunu
doğuracaktır. Ayrıca bu sanayi ülkelerinin dünya pazarlarındaki yerleri sarsılacaktır. Buna ek
olarak ekonomik büyüme hızı da düşecektir. İşsizlik de artabilecektir. ABD, Japonya,
Kanada, Avustralya ve Rusya gibi ülkeler genellikle bu tür düşünceler içinde olduklarından,
uzun yıllar Kyoto Protokolünü imzalamamışlardır. Bu da protokolün yürürlüğe girmesini
önlemiştir. Çünkü protokolde şöyle bir madde bulunmaktadır. “Kyoto Protokolü’nün bütün
dünyada yürürlüğe girebilmesi ve gerekli yükümlülüklerin yerine getirilmesine
başlanabilmesi için bu protokolün, 1990 yılı zararlı sera gazı salınımlarının % 55’inden
sorumlu olan en az 55 hükümet tarafından imzalanması gerekmektedir.”ABD, dünyada
üretilen zararlı sera gazlarının % 36’sını (bazı kaynaklara göre %24’ünü) üretmektedir. Rusya
için bu oran %18 dir. İşte bu iki ülke 2004 yılına kadar bu protokolü imzalamadığı için,
yukarıda açıklanan yürürlük maddesi gereğince, Kyoto Protokolü yürürlüğe giremedi. Ancak,
Rusya 2004 yılı Kasım ayında bu protokolü onaylayarak, protokolün yürürlüğe girmesinin
önündeki engelleri kaldırmış oldu. Gerekli işlemlerin tamamlanmasından sonra bu protokolün
2005 yılının 18 Şubat’ında yürürlüğe girmiş olduğunu iç ve dış basından öğrenmiş
bulunuyoruz. Böylece, bu konuda gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere farklı sorumluluklar
yükleyen bu protokole göre, zararlı sera gazları salınımının 2012 yılında %5,2 oranında
azaltılmasıyla, 1990 yılındaki sera gazları salınım düzeyine indirilmesini öngören anlaşma
yürürlüğe girmiş oldu. Ancak, bugün gelinen noktada artık, sera gazları salınımlarını
engellemenin yeterli olmadığı ve belli ölçüde küresel ısınmanın kaçınılmaz hale geldiği
belirtilmektedir. Bu gerçeği, BM İklim Değişikliği Hükümetlerarası Panel Başkanı Rajendra
Pachanri Ocak 2005’te şu şekilde dile getiriyordu. “İnsan ırkının yaşamını sürdürme kapasitesini riske atıyoruz.” Bu karamsarlığın nedeni olarak, dünyanın baş kirleticisi
ABD’nin Kyoto Protokolü’nü imzalamaması gösteriliyordu. Bu nedenle de Kyoto
Protokolü’nün etkili olmasının beklenemeyeceği kanaatı belirtiliyordu.

www.r10.net küresel ısınmaya hayır seo yarışması Savulun ben geliyorum.